Yekhan Pınarlıgil'in Gözlerinden İyi Hislerle Dolu Bir Kiler
« Ya kuyu çok derin değil, ya da Alice çok yavaşça düşüyordu, öyle ki, aşağıya doğru giderken, etrafını seyredip, bundan sonra olacakları merak edecek kadar bol zamanı oluyordu. Önce, aşağıya bakarak, neye doğru gittiğini anlamaya çalıştı, ama öyle karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu; sonra, dönüp etrafına kuyunun duvarlarına baktığında, her tarafın dolap ve kitap raflarıyla dolu olduğunu fark etti; orada burada tahta çivilere asılı resim ve haritalar vardı. Raflardan birinden bir kavanoz aldı geçerken; üzerinde « PORTAKAL MARMELATI » etiketi vardı, ama ne yazık ki içi bomboştu... » Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında, Ithaki yayınları, s. 24, Çeviren: Kıymet Erzincan Kına |
Bilincin Hemen Altında Cep Sineması
Eski İstanbul’la yenisi arasındaki yokuşlardan birinde, rampanın yorucu olmayan son basamağındayız, hala bir sessizlik var burada, hatta neredeyse dingin bile diyebilirim. Yukarısı başka kargaşa, aşağısı süreğen bir terane. Galerinin ışığa bakan pencerelerinden içerisi görünüyor. Büyük tablolar, iki, üç, beş kareden olusan panolar, birbirilerine bağlanan seriler... Duvarlardan taşan neon renkli bir cümbüş var. Gözler biraz alışınca, renklerin arkasındaki sükunet kaplıyor ortalığı. Telaş neşeyle geliyor, sessizlikle, fısıltıyla buluşuyor. Ön planda mutluluk kavanozları, bir şarap kadehi, dumanı tüten porselen bir demlik, yavaş ama düzensiz dönen bir yelkovan, sakin bir su yatağı, kilisenin asude cephesi... Arkada sürat teknesinin iç gıcıklayan köpükleri, gökyüzünden alçalan bir helikopterin insanı hipnotize eden gürültüsü, fırça darbelerinin dağılan renkleri, arzu ve şehvetin durmaksızın inen çıkışları, yükselen inişleri... Her daim yadsınamaz bir hareket var Bihter Yasemin Adalı’nın tablolarında, farklı katmanlarda, muhtelif şekillerde, başka başka etkileri olan hareketler.
Her şeyden önce sanatçının tuval karşısında ilk hareketi var. Yaratım süreci diyelim buna, ya da boş sayfanın yarattığı endişeyi kırmanın bir yolu, çok da farklı değil birbirinden. Karalamakla başlıyor, bilincin hemen altından darbelerle tuval yüzeyinde lekeler, renkler, rastlantısal - daha doğrusu bilinçli olarak rastlantısal - izler beliriyor. Başı sonu olmayan beyaz, keskin hamleler, renkli devinimlere kendini bırakıyor. Dışavurumun en saf, en hakiki hali. Haliyle de boşluklar, sessizlikler kalıyor; çığlıklarla saklambaç oynuyor sükunet. İçgözlem için ideal bir gerilim, bulunmaz bir atmosfer.
Voltaire’in Candide’i gibi kendi bahçesini yetiştirmek istiyor Bihter Yasemin Adalı. Bu dünyaca ünlü felse hikayenin başında Candide bir baronun şatafatlı şatosunda yasayan genç bir adamdır. Saftır, tertemiz bir sayfadır. Eğitmeni ve yol göstericisi Pangloss ahmaklık derecesinde, i ah olmaz bir iyimserdir, bir sekilde şatoda pek de bir şey yapmadan sürdürdükleri lüks hayatın savunucusudur. Ancak Candide aşık olduğu genç kadınla paylaştığı bir öpücük yüzünden şatodan atılır, dünyayı gezmeye koyulur. Yolculuklar, karşılaştığı insanlar, deneyimler, zorluklar Candide’e hayatı, ondan da ötesi kendini öğretir, onu içinde bulunduğu safane boşluktan kurtarır. Hikayenin sonunda Candide rastladığı bir derviş sayesinde Pangloss’un etkisinden kurtulur. Alçak gönüllü bir yaşam tarzı benimser ve kendi bahçesini yetiştirmeye koyulur.
« İnsan, içinde yaşamak istediği dünyanın tohumlarını, ancak iç dünyasının korunaklı alanında filizlendirebilir. Onları öncelikle dışarıdaki hayatta tutunabilecek deler haline getirmesi gerekir. Henüz olmayan ama varlığına özlem duyulan niteliklerin, bazen içeride bir bahçede kültive etmek, yetiştirmekten başka çare yoktur. İtki bahçesinin tohumlarını yeşertmeyi, filizlendirip, budayıp, çiçeklendirip meyvelerini toplamayı istiyorum. Meyvelerini toplayınca da reçellerini yapıp tatlarına bakmayı. Bitkilerin farklı mevsimlerde türlü şekillerde ihtiyaçlarına yanıt verebilmek insanın iç dünyasında olan bitenin sorumluluğunu alabilmesini, sahip çıkabilmesini, bütünlüğün ve döngüselliğin farkında yaşamasını mümkün kılar. » -Bihter Yasemin Adalı |
Candide’in ışığında bir yolculuk Bihter Yasemin Adalı’nin resme dönüşü. En derine doğru bir iniş de- nemesi, kendine ve kendi gerçeğini keşfe doğru bir seyir. Belki bilince biraz daha yakın, ama hala idin dizginlenemeyen heyecanı altında. Boşluklar yavaş yavaş dönüşmeye başlıyor, sessizlikten ziyade bir şiir, bir şarkı, hatta playlist beliriyor tuvalin yüzeyinde ve yavaş yavaş yeni bir katman, ikinci bir hare- ket alanı açılıyor. Kimi formlar beliriyor, hatta tablodan tabloya yineleniyor. Oval mesela. İster anne karnının güvenini, yumurtanın dönüşümünü çağrıştırsın, isterse girdap olsun, içine alsın. Kırmızı bir balık icin bir yaşam alanı olsun, ya da hapishane. Bir kavanozun kapağı ya da iştah açıcı bir yemek tabağı. Tabii ki bir saat. Döngünün, devamlı tekrar eden, bazen biraz değişen, bazen hiç değişmeyen hareketin altını çizmek için. Cinselliğin manzarasında olduğu gibi : önce arzu, yükseliş, sonra plato, arzunun dingin devamı, derken tepe noktası, orgazm ve sonunda baş dönmesi, çözülme, düşüş... Dört zamanlı bir manzara, tuvalden tuvale tekrarlanan bir motif. Bölük Pörçük Arzular’da net bir şekilde belirgin, Yarim Kalmış Arzular’da arkada kısmî, Gümüşlük’te imalı bir şekilde. Yükseliş, plato, doruk ve düşüş, yükseliş, plato, doruk ve düşüş...
Dört adımlı bir dans, bir koreografinin nakaratı ya da iç dünyanın anahtarı hipnotik bir ritim. Güvenli, sakin ve huzurlu bir yerdesin, kendini bırakıyor, giderek gevşiyorsun, göz kapakların ağırlaşıyor, gözlerin yavaşça kapanıyor, şuurun arka kapısındasın artık, arzularla dolu düşler bahçesinin girişinde.
« Uyanışın diyalektik yapısı: anımsama ile uyanış arasında son derece sıkı bir bağ vardır. Çünkü uyanış, anımsamanın diyalektik bir Kopernik noktası niteliğindeki dönüşümüdür. Burada rüya görenin rüya dünyasının, uyanıkların dünyasına açıkça hazırlıklı bir dönüşümü söz konusudur. Bu zyolojik olaya temel olan diyalektik şematizm için Çinliler, kendi masal ve hikaye edebiyatlarında en köktenci anlatımı bulmuşlardır. Tarihçiliğinin yeni diyalektiğinın yöntemi, tinsel düzeyde olmuş olanı, rüyaların hızı ve yoğunluğu ile yaşamayı öğretir; amaç, böylece şimdiki zamanda bir uyanıklar dünyası olarak yaşamayı sağlamaktır; son çözümlemede bütün rüyalar, bu dünya ile bağlantılıdır. » Walter Benjamin, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları, s. 267, Çeviren: Ahmet Cemal |
Sinema bir rüyadır aslında. Bir gündüz düşü. Bile bile girdiğiniz karanlık tekinsiz bir salon. Tanımadı- ğınız insanlar ve üzerinde pek de hakimiyetinizin olmadıgı bir hikaye. Kendinizden bir şey de katar- sınız, kendi hayallerinizi, hülyalarınızı, arzularınızı bulursunuz ekranda, akan lmin diyarına karışmış, lmden bir parça olmuş hatta. Film de aynen düş gibi kalıcıdır, bazen yüzeyde bazen derinlerde. Her sinema karesi bilinçaltınıza açılan bir yoldur, sadece bir değil, bin yoldur. Her kare bir lmdir. Yağlıbo- ya, karakalem ya da pastel olsun, içinde zamanı barındıran her kare, bir de hikaye barındırır.
« Düşlemek, şiirsel/çağrışımsal mantığa sahip alternatif bir dünyada çeyrek irade ile eyleyiş. İradenin bir çeyreği bireyin bilincine, ikinci çeyreği bilinçdışına süpürülmüş geçmişe, üçüncü çeyreği geleceğe dönük arzularına ait. Dördüncü çeyrek ise, rüyaları sürprizli kılan ötekinin iradesine bağlıdır. Ötekiye kolektif bilinçdışının öğeleride diyebiliriz, ama öteki acıktığı için kapıyı tırmalayan kediniz de olabilir. Kedinizin çıkardığı sesler, rüyanın içinde sizin imgeleminize yatkın bir kılığa bürünecektir elbette, ama dışarıdan gelen sesin varlığı rüyanın gidişatına yön verecektir. Düşler şimdi, geçmiş, gelecek ve ötekinin iradesinin dört köşesinden durduğu bir tezgahta dokunuyor. Düşler, farklı iradeler bir biriyle karşı karşıya gelip bir bütün yarattığı için bu denli canlı ve haz dolu. » Bihter Yasemin Adalı |
Hikaye de tıpkı hareket gibi zamanı ihtiva eder içinde. Zamanla, rüyalarla, arzuyla yazma sanatıdır sinema. Bir imgenin hareketlenmesi demektir, hareketli imgelerle hayal kurmak demektir. Christian Metz’in son derece büyük bir titizlikle analiz ettiği gibi sinema tekniğinde iki ana hareket imkanı var. İlki kurgu, yani zaman ve mekan birliği olsun olmasın farklı sahnelerin birbiri ardına eklemlenmesi, ikincisiyse kaydırma (traveling/trucking), pan, tilt ve zoom gibi kamera ya da objektifle elde edilen mekanik hareketler. Bihter Yasemin Adalı’nın İyi Hislerle Dolu Bir Kiler adlı sergisindeki eserlerde her ikisini de gözlemlemek mümkün.
Öncelikle iki ya da daha fazla tuvalin bir araya gelmesiyle olusan poliptik eserleri düşünelim, mesela Ailemin Genesis Hikayesi ya da Bölük Pörçük Arzular. Her ikisinde de farklı boyutlardaki tablolar bir bütün oluşturuyorlar, aynen sinemada farklı uzunluktaki planların birbirine basit kesmeyle (cut) eklenip bir sekans oluşturması gibi. Kişisel Hafıza ve Mitlerin İnşası adlı beş ayrı tuvalden olusan eserde basit kesmenin yani sıra, sanatçı sinemadaki zincirlemeye eşdeğer görebileceğimiz bir teknik kullanıyor. Kilisenin önündeki sahne zayı ayarak yerini mutfak sahnesine bırakıyor, en sağda « sürahi formunu andıran bir hazneyi dağın tepesinden rafa kaldırılmak üzereyken görüyoruz ». Aynı sekilde, Bölük Pörçük Arzular’daki kurgu, deneysel sinemanın sıklıkla yaptığı gibi farklı sahneleri zaman ve mekan birlikteliği olmaksızın birbirlerine zincirliyor. Olaylar ard arda gerçekleşmiyor, önce ve sonra, geçmis ve gelecek birbirine karışıyor. Ya salt bir şimdideyiz, ya da başı sonu olmayan, hızlı çekime alın- mış bir sahnede. Her halükarda, Bihter Yasemin Adalı’nın dünyası büyük çabalarla manasızca kontrol altına almaya çalıştığımız zaman kurgusunun işlemediği bir dünya. Sanatçı, resimleriyle zamanın akı- şına kısa devre yaptırıyor, birbiri ardına gerçeklesen olaylar serisini bozuyor, üst üste binen anlardan, tekrarlanan sürelerden, devreden dilimlerden oluşan farklı bir zaman akışı tahayyül ediyor. Aynen rüyalarda olduğu gibi farklı zamanlarda vuku bulduğunu düşündüğümüz olaylar aynı anda gerçekle- şiyor, birbirinden uzak olduğunu bildiğimiz mekanlar yakınlaşıyor, sınırlar geçirgen hale geliyor.
Özlem Dolu Yüzler Duvarı beş tablodan olusan bir seri. Sanatçı işlerinde sıklıkla tekrarladığı bazı - gürleri bu sefer ön plana alıyor, adeta zoom yaparcasına onlara yaklaşıyor ve portrelerini yapıyor. Bir kavanoz ya da bir seramik demlik... Soyutlarcasına yaklaşmış bir göz, ya da kamera. Netlik neredeyse kaybolmuş, zoomun etkisiyle baslayan buğu, hülyanın giriş kapısı sanki. Dalıp en derinlere gidiyoruz. Uçsuz Bucaksız Arzular’daki hareketse daha farklı, sanki kamera şelaleler boyunca panonun soluna doğru ilerliyor, sinema diliyle travelling yani ileriye doğru kaydırma yapıyor. En sonda bir köprü ya da bir kapı, her halükarda bir geçiş. Belki yine rüyaya, belki yine kendine doğru. Kaydırmanın (traveling) oluş sebebi de bu, bir noktadan öteki noktaya, bir durumdan diğerine, bir açıdan başkasına geçit, pasaj oluşturmak.
« Eski Yunanistan’da insanlara, yeraltı dünyasına inen yerler gösterilirdi. Bizim uyanık bilincimiz de, yeraltına inen gizli geçitlerle, görünmeyen, ama dünyalara açılan kapılarla dolu bir ülkedir. Gündüzleri ayırdına varmaksızın buraların yanından geçip gideriz; ama uykuya dalar dalmaz, hızla, el yordamıyla bunları arayıp buluruz ve karanlık geçitlerde kayboluruz. Kentin binalardan oluşan labirenti, gündüzleri bilince benzer; pasajlar (yani geçmiş yaşamlarını sürdürmekte olan galeriler), gündüzleri kimseye belli etmeksizin caddelere açılır. Geceleri ise, bunların daha karmaşık nitelik taşıyan karanlıkları, bina kitlelerinin altında korkutucu bir netlikle belirginleşir; evine geç kalan yaya, onu bu dar geçitte bir yolculuk yapması için yüreklendirmediğimiz sürece, pasajların önünden hızla geçip gider. » Walter Benjamin, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları s. 259, Çeviren: Ahmet Cemal |
Ne mutlu ki Bihter Yasemin Adalı geçitleri görüyor ve gösteriyor, çekinmeden gündüz düşlerinden, gece rüyalarından büyüleyici bir dünyanın anahtarlarını çıkarıp, izleyiciye uzatıyor. Birbirinin içine geçmiş masallar var işlerinde, katman katman hikayeler, bir lmden diğerine geçiyor. Arada kendine dönüyor. Sinemaya çok yaklaşmakla birlikte ancak tuval uzerinde şekil bulan kurgu sergideki birçok eserin yapı taşı, ortak noktası.
Sinemanın özünde gerçeküstücü olduğunu savunan düşünür Ado Kyrou daha 1950’lerde, sinema- nın hayat ve ölüm, gerçek ve hayal, yukarısı ve aşağısı gibi kavramların karşıt ya da çelişkili olarak kabul görmeyecekleri bir ruh haline erişmek icin bir yol olduğunu yazıyordu. Yani sinema öyle bir zemin oluşturacaktır ki, birbirlerine tamamen zıt gibi algıladığımız kavramlar, geçmiş ve gelecek gibi mesela, gerçek ve rüya, gürültü ve sükunet, karşıtlıklarını, sınırlarını bırakacak, bir devamlılık içinde algılanacaklar. Biraz hayatın kendisinde olduğu gibi, bilincin hükmü altında birbirinden ayırdığımız ruh hallerinin birleştiğini düşünelim. Nasıl geçmiş ve gelecek algısı bilinçaltımızda birbirine karışıyorsa, ya da geçmiş dediğimiz birbirinden ayrı olaylar silsilesi, nasıl rüya esnasında birbirlerinin içine geçiyorsa, acı ve zevk aynı anda bir bedende var olabiliyorsa, ya da uzak ve yakın yer değiştirebiliyor, alt ve üstün arasında değil, aynı anda aşağıda ve yukarıda geçiriyorsak hayatı, Bihter Yasemin Adalı’nın eserleri de bu bütünlüğü görüntülüyor, görünür kılıyorlar. Resimlerinde jest kom- pozisyonla karşıt olmayı bırakıyor, zaman dilimleri bütünleşiyor, gerçek ve hayal aynı mutluluk kavanozla- rında saklanıyor. Hafızanın ciddiyeti yumuşuyor, cinsellik başka bir deyişle arzu ciddiyet kazanıyor. Hatıra zevke karışıyor, otomatizma, jest, renk darbeleri, karalama, gür, çeper birer plastik argüman olmaktan çıkıp, keskin sınırlarını yitiriyor, birbirleriyle hemhal oluyorlar. Plastik bütünlük sanatçının kilerinde hayati bir bütünlük olarak karşımıza çıkıyor.
Marcel Duchamp’in muzip ama düşündürücü işini hatırlıyor Bihter Yasemin Adalı. « Ampülün camı gibi kırılgan bir malzemenin içine Paris’in Havası’nda barınan zamanın ruhunun sığması kri, bu denli ha f bir haznenin taşıyabilecek kudrette görülmesi. Gelip geçici olanı tutmaya çalışmak, imkansız ama Duchamp yaparsa olur mu? Ben de deneyebilir miyim? » Mutfak. İyi hislerle dolu sağlam cam kavanozlar, bu kavanozlarla dolu bir kiler. Hepsi kendiliğe doğru bir yolculuk, her yolculuk bir hikaye, her hikaye bir rüya, her rüya bir kendini bulma girişimi. Bilincin altıyla üstünü, sinemanın ekranıyla salonunu, içeriyle dışarıyı buluşturma denemesi.
Şimdi en zor karar uyanmakla uyanmamak arasında...
Sanat tarihçisi ve bağımsız küratör Yekhan Pınarlıgil Paris’te yaşıyor. Centre Pompidou’da video sanat tarihi, toplumsal cinsiyet ve globalleşen dünyada sanat gibi araştırma projelerini yürütüyor. İlk yüksek lisansını, plastik sanatlar, sinema, televizyon ve medya alanında « auto lmage », ikincisini müzecilik alanında, yeni medyaların korunması ve saklanması üzerine yaptı. Henüz savunma aşamasında olan doktorasını Sorbonne’da « Türkiye’de eleştirel görsel kültürün oluşması, sanatçıların normalleştirme ve kontrol mekanizmalarına karşı ürettikleri sivil çözümler 1997-2010 » başlığı altında yazdı.
2004-2008 Yılları arasında Paris Ulusal Sanat Tarihi Enstitüsü (INHA)’nde deneysel sinema ve video gösterimleri düzenledi. 2009 Sonrasında, farklı festival ve sanat merkezleri için hazırladığı programların yanı sıra,içlerinde «Etatd’âmes:unegénérationhorsd’elle» (ParisGüzel Sanatlar Akademisi),«Turquie,et alors ! » (Centre Pompidou), Paris Fashion Week (Versus, Karşı Sanat), Hayal Pavyonu (Tüyap), Gizli Yüz (Elipsis) ya da Şahin Kaygun (Istanbul Modern) gibi sergilerin de bulunduğu bir çok etkinlik gerçekleştirdi.
Çalışmalarında, sanatın eleştirel gücü ve toplum yapısı içerisinde teşkil ettigi yer üzerine düşünen Yekhan Pinarligil, toplumun normalleştirme ve kontrol mekanizmalarına karşı sanatın ve sanatçıların getirdikleri çözümleri araştırıyor, sorguluyor.
2004-2008 Yılları arasında Paris Ulusal Sanat Tarihi Enstitüsü (INHA)’nde deneysel sinema ve video gösterimleri düzenledi. 2009 Sonrasında, farklı festival ve sanat merkezleri için hazırladığı programların yanı sıra,içlerinde «Etatd’âmes:unegénérationhorsd’elle» (ParisGüzel Sanatlar Akademisi),«Turquie,et alors ! » (Centre Pompidou), Paris Fashion Week (Versus, Karşı Sanat), Hayal Pavyonu (Tüyap), Gizli Yüz (Elipsis) ya da Şahin Kaygun (Istanbul Modern) gibi sergilerin de bulunduğu bir çok etkinlik gerçekleştirdi.
Çalışmalarında, sanatın eleştirel gücü ve toplum yapısı içerisinde teşkil ettigi yer üzerine düşünen Yekhan Pinarligil, toplumun normalleştirme ve kontrol mekanizmalarına karşı sanatın ve sanatçıların getirdikleri çözümleri araştırıyor, sorguluyor.